Hiçbirimiz aynı geçmişlerden gelmiyoruz, aynı hayatları yaşamıyoruz ve aynı geleceği hayal etmiyoruz. Hepimiz tek, biricik, eşi benzeri bulunmayan canlılarız. Öyleyse nasıl aynı saatlerde toplu halde, aynı şeyi yapmamız bekleniyor bizden? Üstelik de teknoloji bu kadar ilerlemiş, insanlar gezegenin neredeyse her yerinde ulaşılabilir hale gelmişken.
Burada feci bir yanlış var bence. Ve bu yanlış insanların yaşam enerjilerini, dolayısıyla da motivasyonlarını, performanslarını ve verimliliklerini fena halde etkiliyor. Özgür bırakılan bir ruhun çok daha başarılı ve yaratıcı işler yapacağına inananlardanım. İnsanın hayat damarlarının koparılmaması gerektiğini, yaşamla iç içe oldukça, yaşadığını hissettikçe, kendi yaşam planını kendisi yaptıkça performansının ve verimliliğinin artacağını düşünüyorum. Çünkü zihni çocuğunun veli toplantısında, festivalde yalnızca 15:00 seansında gösterilecek filmde ya da Boğaz’da yürüyüş yapmakta olan bir insanın, bedenin ofiste olması hiçbir anlam ifade etmiyor bence.
Kendini bir masa ve sandalyeye bağımlı hisseden insanın ne yaratıcılıkla, ne işini sevmekle bir alakası kalıyor. Oysa bizim yaratıcı, verimli, çalışkan beyinlere ihtiyacımız var. Sabah 9’dan akşam 6’ya bir masanın başında oturup yalnızca kendine verilen görevi mesai saatlerinde bitirmeye çalışan bin kişidense, şehrin dört bir yanında farklı şeylerle uğraşan, mesai saatlerini kendisi ayarlayan ama yaratan, üreten yüz kişinin çok daha verimli ve faydalı olacağına inanıyorum.
Evet, son zamanlarda çalışma saatleri konusunu sık sık düşünüyorum. Düşünürken de hâlâ görüştüğüm ve çok sevdiğim eski mesai arkadaşlarım aklıma geliyor. Uzun yıllar birlikte çalıştığım bu insanların hiçbiri, bir gün dahi olsun sabah 9’dan akşam 6’ya ofiste oturmadı. Ama aynı zamanda ne uzun çalışma saatlerinden, zor çalışma koşullarından şikayet ettiler ne de işlerini geciktirdiler. Çünkü orada çalışmak için, sıkı çalışma saatlerinden çok daha bağlayıcı bir nedenleri vardı; kendilerini gerçekleştirmek ve hayatta bir fark yaratmak.
Zorunlu mesai saatleri yerine insanlara, kendilerini gerçekleştirdikleri ve hayatta fark yarattıkları hissi veren kurumların, çok daha başarılı olacağına inanıyorum. Christoph Colomb mecbur olduğu için Amerika’yı keşfetmedi, Edison mecbur olduğu için elektriği bulmadı, Leonardo da Vinci mecbur olduğu için Mona Lisa’yı yapmadı… Mecbur tutulsalardı belki de hiçbiri bunları başaramazdı. Çünkü başarı mecburiyetle kazanılmaz…
Geçen gün aldığım ve çok hoşuma giden bir e-mail…